EKONOMİ VE DIŞ POLİTİKA
Türkiye'nin "düşünce metodu" olmaması ve diğer ülkelerinkini de dört başı mamur özümsememesi, yaşamsal olaylara bir "bütün" içinde bakabilmesini önlüyor,
Yeryüzünü bir bütünsellik içinde değerlendirip, tartışamıyoruz.
Daha çok ücra bir kasabanın kahvesinde mahsur kalmış insan psikolojisini içinde, kendi topraklarımızı dünyanın merkezi sanıyoruz. Kendimizden ibadet bir atmosfer oluşturamıyoruz.
Halbuki, dünya bizden ibaret değil. Üstelik, yeryüzündeki gelişmeler bizi, sandığımızdan çok daha fazla etkiliyor.
Çünkü, bizim paramız dolara ayarlı... Çünkü, bizim dünya ticaretindeki payımız binde beşi geçmiyor.
Çünkü, bizim dış borcumuz elli milyar doları aşmış bulunuyor.
Bu kadar temel noktalarda dışa bağlı olan Türkiye'nin dış etkilere açık olmaması mümkün mü?
Etkileniyoruz ama gene de akılcı hesaplamalar yaparak, "dış alemin" ahvalini sual etmiyoruz.
Yapabilsek, fazla telefat vermeyeceğiz. Yapabilsek, toplumsal sıkıntılar azalacak. Yapabilsek, dünyayı daha iyi algılayabileceğiz.
Örneğin, bunu ekonomi ve dış politika alanında yapmaya çalışalım. Önce şu soruyu soralım:
Dış politikamızı, yeryüzündeki ekonomik gelişmeleri dikkate alarak; politikamızı, bu gelişmelerden "en iyi yararlanacağımız" biçimde oluşturmayı denesek, ne yapmamız gerekirdi?
* * *
İçerde, kilitlenen "siyasal- sistemin" Türk halkının özlemlerini cevaplayamayarak, dara düştüğü bir dönemdeyiz. Bu tıkanıklık, bizim, dış dünyadaki gelişmeleri dikkatle ve özenle izlememizi de önlüyor.
Halbuki dışta da zorluklarımız artıyor. Yakında bize doğru esmesi muhtemel bir kasırganın şartları hazırlanmakta...
İçte olduğu gibi dışta da bir "kilitlenmeye" gitmekteyiz.
* * *
Aslında bu bir tesadüf değil...
İçerdeki sıkışıklığın, dış politikaya yansıması doğal…
Dış politika ile iç politika birbirinden fazlaca ayrılmaz.
Aynı siyaset kurumu, bir yanda rezaletler üretirken, diğer yanda harikalar yaratamaz.
* * *
Biz üretken bir devlet ve toplum değiliz. Onbeş Türk ancak bir Alman kadar üretiyor.
Üretken olmayınca, "para kazanma" anlayışını da ıskalıyoruz.
İçerde "politik emir", dışarıda da "siyasal slogan" ile durumu idare etmeye uğraşıp duruyoruz. Taa Osmanlı'dan beri ...
Ancak, "üreten" ve ülkesine "döviz kazandırmaya temel ilke" edinen toplumlarla, "döviz kazanmayı" temel ilke edinmemiş toplumlar arasındaki "uyumsuzluğun" gittikçe tırmandığı bir dönemdeyiz.
Kapitalist ülkelerin üretkenlikleri artıyor ama "kar oranları" düşüyor. Teknolojinin verimliliği yükselirken kar oranlarının düşmesi, ancak daha çok mal satarak aşılabilir.
Batı aleminin "serbest piyasa, insan hakları ve demokrasi" konusunda taviz vermeyen duruşları, ayrıca "globalleşme", bu ihtiyacın uzantısı olarak doğdu.
"Ordu besleyip" paraları savunmaya harcamadan, mallarını huzur içinde satmanın tek yolu, bu "altın üçgen formülünü" yine halıları ve demokrasimizi yani serbest para, yeryüzüne uygulayabilirsen mümkün oluyor.
Ayrıca bu altın üçgen formülü, toplumların kalitesini artıracağı için, mal talebini de yükseltir.
Şimdi dünyanın üretken toplumlarının peşinde koştuğu hedefler bunlar. Dış politikalarını da buna göre şekillendiriyorlar.
* * *
Türkiye beş milyonluk çağdaş ülkeler kadar bile üretim yapamadığı için "ülkeye döviz kazandıra devlet" anlayışını ön billurlaştıramıyor.
Dış politikasını "döviz kazanma" anlayışı üzerine de kurmuyor.
Hatta tam tersine, dünyanın "mal ve hizmet" dolaşımını rahatça sağlamaya yönelik hedeflerine ve globalleşmeye ters düşen falsolarını artırıyor.
Irak, Kıbrıs ve Kürt sorunu, en güncel sorunlarımız.
* * *
Irak sorunu, Yeni Dünya Düzeni'ni de belirleyecek. Dünyanın yeni çehresinin Ortadoğu'daki duruşunu netleştirecek.
Ancak, Bill Clington korkusu bizim hükümeti Saddam'a yakınlaştırmışa benziyor.
Halbuki, Saddam bölgenin zehirlenmesine yol açıyor.
Serbest piyasa, demokrasi ve insan haklarını boğazladığı gibi, mal ve hizmet dolaşımını da aksatıyor. Ayrıca Batı'yı "savunma giderlerini" yükseltmeye zorluyor.
Saddam bu nedenle Batı ile çelişiyor. Dünya Kapitalist Sistemi ayakta kalmak için Saddam'ı harcamak zorunda. Harcayacak da ...
Bu hesabı göremeyenin de, bu işten zarar almaması zor...
Akdeniz'in huzursuz adası Kıbrıs da, bu tablonun dışında değil.
Orada da uzlaşmayan cezalanacak. Üstelik uzlaşmamak "ulusal menfaatlerle" üst üste düşmüyor. Kıbrıs'ı çözümsüz bırakmak, "korsan ada" anlayışından nemalanan bir avuç insan dışında kimsenin çıkarına değil.
Güvenlik Konseyi'nin kararının eli kulağındadır herhalde...
Üstelik, Türkiye, Kıbrıs 'ta" demokrasiden" yana da tavır almıyor. Geçen gün Kıbrıs Bayrak Televizyonu, Kıbrıslı muhalif liderlerin Kanal'daki "Bizim Koltuk" görüşmesini yayınladı, sonra da Başbakan Eroğlu ekrana çıkarak bu liderleri "vatan hainliği" ile suçladı.
Bunun ardından da Alpay Durduran'ın parti genel merkezi makinalı tüfeklerle tarandı.
Hiç kimsenin kılı kıpırdamadı.
Kürt sorununu ise, artık herkesin koro halinde tekrarladığı gibi "sadece" sopayla çözemeyeceğimiz ortada.
On yıl içinde, yüz kişilik PKK'yı, on bin kişilik bir güce döndürerek gencecik insanlarımızın şehit düşmelerine, kol ve bacaklarını kaybetmelerine neden olduk.
Teröre neden olan toplumsal şartları ortadan kaldırmayı ertelediğimiz için, askerlerimizi savaşa yolladık.
Bunun tekrarlanmaması için, Güneydoğu'ya çok geniş bir demokratikleşme ve ekonomik paketi gerekiyor. Buradaki ekonomik faaliyet ikliminin hazırlanması da, demokratikleşmenin hızlandırılmasına bağlı.
Yoksa sopa bu bölgemizi de Irak ve Kıbrıs gibi sürekli bir huzursuzluk kaynağı halinde bırakacak.
* * *
İşportacıların satışlarını engelleyenleri şişlediğini ara sıra gazetelerde okuruz. Bizde dünya mal ve hizmet dolaşımını yanlış bir dış politikayla engellediğimiz için işportacı cinayetine kurban gidebiliriz.
Batı, kendi mal ve hizmet üretimini aksatan ve "döviz kazanmayı" temel ilke olarak algılamayan devletlere "iyi gözle" bakmıyor çünkü...
Türk Henkel Dergisi, Aralık 1992
|