Mehmet Altan: Kilo aldıracak her şeyi severim!
Prof. Dr. Mehmet Altan’ın boş vaktini yakalayana aşk olsun. Baktım ev olmuyor. Öğrenci işi… Aldım pidemi, çaldım üniversitedeki odasının kapısını. Çaylar da Altan’dan, ‘mis’ gibi bir sohbet gerçekleştirdik.
Boş zamanınızı yakalamak ne zor, röportajdan geçtim, yemek yemeye zaman ayırabiliyor musunuz?
Üniversitedeysem ve bugünkü gibi yoğun bir günse sandviçle geçiştiriyorum. Daha geniş zamanım varsa üniversitenin İttihat Terakki döneminden kalma, şimdi profesörler evi dediğimiz bir yer var, orada yiyorum.***
Keyif için değil, karın doyurma amaçlı yiyorum diyorsunuz yani…
Yemek eyleminin keyif olabilecek bir zaman dilimi içinde, sosyal bir iletişimin ana unsuru haline gelmesi her zaman mümkün olmayabilir. Tempolu bir yaşamda yemeğe ayrılan zaman o tempoyla ters orantılı.
Ne yani Altan ailesi hiç mi yemekli görüşmeler yapmıyor?
Gayret ediyoruz ama sık olmuyor. Ancak görüşmelerimiz keyifli sohbetlerin eşlik ettiği yemekler vesilesiyle oluyor.
Anneniz Kuzey Iraklı ama 40 günlükken Türkiye’ye getiriliyor. Nasıldı mutfakla arası?
Bir mutfak dehası, lezzet büyücüsü, yemek üstadıydı. Çok lezzetli yemek yapardı. Geniş bir menü skalası vardı. Hızlı bir şekilde çok geniş bir kalabalığa sofra donatma kabiliyeti vardı. Karnıyarık, taze bezelyeler... Pazar günleri bütün aile toplanırdı. İncik ya da güveç yemekleri pişirirdi. Balık-ekmeğini hiç unutamam, Ramazan’da sahurda yapardı. Hele kurabiyeleri... Sokağa çıkarken elimi uzatıp cam kavanozdan aşırırdım. Baharın en sevdiğim göstergelerinden biri taze bakladır. Her yoğurtlu, zeytinyağlı bakla gördüğümde annemi hatırlarım.
Peki ya babanız Çetin Altan?
Babamın da o kadar yoğun bir hayatı vardı ki, yazı, çizi, mahkemeler, Türkiye’yi değiştirme-dönüştürme arzuları… Yemek yapma imkânı olmadı. Zaten öyle mutfak keyfini olanaklı kılan bir dönem yoktu maalesef. Ama ne yer ne sever diye sorarsanız babamın ömür boyu değişmeyen standart bir menüsü vardır. Yemek konusunda çok muhafazakârdır. Menüsünü pek değiştirmez.

Neler vardı o menüde?
Küçüklüğünde sevmediği yemekleri tümden listesinden çıkarmış. Yumurta, menemen, beğendi, köfte patates, su böreğine bayılır. Annem babamı sessizce beslemeyi bir kültür haline getirmiş. Damak tadından haberdardı ve ona göre servis yapardı.
Lezzete, damak tadına önem veren, araştıran, işin kültür boyutuyla ilgilenen bir havanız var gibi...
İşin yapma kısmıyla ilgilenecek vaktim yok ama lezzetli yemek yapan adreslerin peşine düştüğüm doğrudur. Ama bunlar da genelde klasik Türk lezzetleri çerçevesinde oluyor. Yani bir Thai lokantasına gidip Tayland yemeği yiyeyim demiyorum.
68 kuşağının entelektüel erkekleri mutfağa epey yatkın sanki. Murat Belge iyi bir örnek…
Doğru, Murat Belge kitabını da yazdı. Kendisi özel bir keyif alıyor bu işten. Yaşama dönüklüktür bu. Yemek kültürü hayatın önemli bir parçası. Herkesin mutfakla yolu ister istemez kesişiyor.
O dönemin solcu kadınları için ise bireysellikten kaynaklanan bir düşünceden dolayı yemek yapmaz algısı var…
Hani öyle değil de bir şekilde kadınların birisine endeksli olmaması, yani bireyselliği önemsemesi böyle bir algıyı oluşturmuş olabilir. Bu algı kadının evin kölesi olmaktan çıkıp, evin kraliçesi olmasına dayanıyordu. Zira bizde geleneksel yapı kadının, erkeğin sözünden çıkmaması, büyüklük, asilik yapmamasını dayanır. Bu arada yemek yapma meselesi evin devamlılığı için önemli. Ancak eşitliği esas aldığımızda kadının canı yemek yapmak istemediğinde erkeğin görevi eşini dışarı çıkarmak.
Siz de böyle bir erkek misiniz?
‘Hey nerede benim yemeğim!’ diyecek biri değilim.
Eşinize mutfakta yardım ediyor musunuz peki?
Ben de çok koşturuyorum. Bir aralar daha fazla yatkınlığım vardı mutfağa. Ama zaman öyle alıp götürüyor ki o lezzeti büyütecek zamanlar artacağına azalıyor.
Bana kalırsa eğitimli erkekler dahi evde yemeği kadının yapmasını istiyor.
Böyle geleneksel bir iş bölümü var. Erkek bunu istiyor ama modernleşme sonucu kadın da iş hayatının içinde ve bütün gün çalışıyor, çocukla ilgileniyor bir de akşam yemek hazırlayacak… İnsafsız davranmayıp, halden anlamak lazım. Kadın her hâlükârda bunu yapacak düşüncesi ne adaletli, ne de vicdanlı. Ahenkli bir birlikteliğin unsuru değil.
Babasının dizinin dibinde büyümüş, ona hayran bir çocukmuşsunuz. Hizmetini de siz mi yapardınız?
Bir çocuk olarak ne gerekirse yapardım, sakınmazdım ama annemin babama ihtimamı, yardımlarımın düzeyini daraltırdı.
Bu arada 28 Şubat döneminden sonra sadece yazma değil, diyar diyar gezmeye de başlamışsınız. Var mı yemeğe dair notlarınız?
Notlarım olmadı ama Anadolu’dan daha fazla haberdar oldum. Yerel tatlar çok çeşitli ancak bu tür davetlerde yenilenler ortalama çoğunluğun tercihlerine göre şekillenir, klasiktir. Kebaptır, ettir.. Yoksa buraya kadar geldim buranın şusu meşhurmuş yemeden gitmem gibi bir durumunuz olmuyor.

Babanız bir dönem milletvekilliği de yapmıştı. Ekonomik koşullarınız değişmiş miydi? Sofraya konan yemekler açısından en azından…
Babam, muhalif sosyalist bir milletvekiliydi. Böyle biri olarak mecliste olmanın olağanüstü zorlukları vardı. Karanlık bir dönemdi. O günleri hayırla yâd etmiyorum. Ekonomik koşullarımıza gelince, entelektüellerin yaşamları parayla dalgalanmaz. Tercihleri, yaşam biçimleri, öncelikleri bellidir. Paraya endeksli bir yaşamları yoktur. Zamanımızın açları, yamyamları gibi değillerdir. Doyumdan geldiğiniz vakit denizde dalgaya tutulmuş kayık gibi gidip gelmezsiniz. Standartlarınız paradan bağımsız seyreder.
Günümüz ‘entelektüelleri’ siyasete girince hayat standartları bir hayli yükseliyor ama…
Onlara entelektüel dememek lazım. Siyasi iktidarın kendine biat eden garibanlarına bolladığı paralar başka tabii…
Türkiye’de Hiçbir yemeğin tadı yok!
Fransa’da kaldığınız dönem için ‘müthiş bir açlık ve doyumsuzlukla dünyayı keşfettiğim yıllardı’ diyorsunuz. Neye açtınız?
1971 askeri müdahalesinde Türkiye’deydim. 1979’da gittim Fransa’ya. Yani bir darbeden çıkmış, ikincisine giriyorduk. Anarşinin, karmaşa ve baskının devam ettiği bir dönemdi. Açlık derken yerel bir mezrada, baskıcı bir mezrada yaşarken dünyada olmak anlamında söylüyorum. Yoksa o kadar fiili bir açlıktan bahsetmiyorum. Düşünün 15 bin kitaplı bir evden gittim Fransa’ya. Yine de demokrasi, özgürlük, kadın-erkek ilişkileri ve beyinselliğe ne kadar aç olduğumuzu fark ettim.
O dönem sadece eşinizin bursuyla hayatınızı idame ettirmişsiniz. Fiilî açlık da çektiniz mi?
Ciddi bir açlık çekmedik. Mütevazı koşullarımızla, minik yurt ortamında Fransız lezzetlerini tatma fırsatımız vardı. İmkân olduğunda da dışarıda yerdik.
Aradan 36 yıl geçmiş lakin Türkiye’deki siyasi ortam pek değişmiş görünmüyor. Hâlâ birçok şeye aç gibiyiz…
Demokratik hukuk devletinin ortadan kaldırıldığı, sivil bir darbe dönemi yaşıyoruz. Onun için de hiçbir yemeğin lezzeti yok.
Ahmet ile mahalle kebapçılarını severiz
Ahmet Altan, ağabeyiniz… Kendisiyle takıldığınız mekânlar var mı?
Ahmet ile en temel meselemiz aşçı başı gibi yemek konuşmak değil ama lezzetle ilgili paylaşımlarımız oluyor. Güzel bir mekânda yemeği severiz. Mesela mahalle kebapçıları…
Çocukken kardeşler yediklerini paylaşmak istemez, aranızda böyle sevimli kavgalar oluyor muydu?
Ahmet’in bayıldığımız yemekleri hepimizden önce yeme gayreti olurdu, bu da bizi kızdırırdı.
Salkım salkım çirkin bir tablo
Bir iktisatçı olarak Ak Saray’ın 1.000 TL’lik altın varaklı kadehlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cumhurbaşkanı o devletin hukuksal kimliğini, anayasal düzenini temsil eden ve bunun ahenkle işlemesini sağlayan kişidir. Şimdi bunu yapması gereken birisi, sarayda, kaçak bir sarayda, oturuyorsa zaten bu sözün bittiği bir noktadır. Doyumlularla, görmemişler arasında vahşi farklar oluşuyor. Bu ısrar, görmemişlik, doyumsuzluk Türkiye’de tepki toplamaya başladı. ‘Bu adaletsizliği, mağduriyeti kaldıracağım’ diye yalan söyleyerek işe başlayıp sonra açık büfede her türlü hukuksuzluğu, kanunsuzluğu göze alarak durmaya devam edeceğim deme çiğliği ve çirkinliğini yapan biri. Türkiye’nin de bütün gözü ve kulağını kapatma iddiasında olanların bile yapamayacağı ölçüde salkım salkım ortalığa saçılan çirkin bir tablo.
Sofrada özgürüm, sağlığa zararlı demem
Liberalizm ana felsefesi malum ‘Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.”’ Yemek konusunda da boğazınızdan ne olursa geçsin diyecek kadar liberal misiniz?
Zengin sofralar bizde bir âdaptır, gelenektir. Artsın ama eksik kalmasın. Yemeğe misafirimiz varsa doyacağından çok fazla yemek pişiririz. Ben de babamın tedrisinden geçtim. Kendisi lokanta kültürünü seven bir adamdır. En büyük lüksü lokantaya gitmek ve bizi götürmekti. Üst baş değil, parası varsa bunu lokantada, sofrayı donattırarak harcamayı tercih ederdi. Ben de yemek konusunda cimriliği sevmem. Sofrada özgürüm, canımın çektiğini yerim. Kilo alırım, sağlığa zararlı demem. Lezzet fetişizmi daha öndedir.
Zaman, 23.05.2015
|