Kent Dindarlığı – Mehmet Altan
“İslamiyet hoşgörü ve iyilik telkin ederken, Şeyh Galib’den Taliban’a nasıl geldi? Kaybedilen bu düzlemin sebepleri tam olarak neler? Dindarlık kır ile kent arasında ne gibi değişikliklere uğradı? Halen uğramaya devam ediyor mu? Çağın gerektirdiği gibi bir Müslümanlık yaşamak mümkün mü? Değilse, neden mümkün değil? Bu ve bunun gibi mühim sorulara yanıt arıyor Mehmet Altan. Güncelliğini uzun zaman koruyacağa benziyor dindarlığın boyutları da… Kent Dindarlığı yeni bir önsöz ve gözden geçirilmiş haliyle tekrar okuyucunun karşısına çıkıyor. Köylülük, din ve bilim; özeleştiri, üretim ve ekonomi; Cumhuriyet’in değiştirdiği şeyler, bir inanç entelektüeli olarak imamlar, Kur’an ve dil sorunu; kent dindarlığının ne olduğu ve nereye gittiği; ulaşmamız gereken kent dindarlığı gibi başlıklar altında, sosyolojik ve ekonomik analizler yapıyor Altan. Kimi zaman mevcut sorulara ve sorunlara yanıt veriyor, kimi zaman da soruyu ortaya atıyor. Muhataplarının bu soru ve sorunlara ne kadar kulak kabartacağı, muhtemelen ülkemizin geleceğini de yakından ilgilendiriyor…” Kent Dindarlığı’ndan okuma parçası sunuyoruz.
Kent Dindarlığının Lokomotifi: Özeleştiri, Üretim ve Ekonomi
İslam’ın Kırsal Kesime Hapsedilmesi: Özeleştiri Yokluğu
Kentte doğan, başlangıçta kentlilerin dini olan İslamiyet günümüzde tam tersine daha çok kırsal kesimin dini olarak algılanır hale geldi. Bunda, günümüz dindarlarının özeleştiri müessesesini göz ardı etmesi, katma değer üretme mekanizmasındaki aksaklık, toplumsal refaha ulaşma düzeyindeki düşüklükle birlikte, göçlerle kente gelen kırsal kesimin kentteki kültürel din anlayışını yadsıyan geleneksel din anlayışının ve dinin siyasallaşmasını körükleyen damarın güçlenmesinin de etkisi var.***
Müslümanların çok büyük bir kısmı kırsal kesimde, geri kalmış ülkelerde, çöllerde yaşıyor. Yerkürede 57 Müslüman ülke var. Dünyadaki Müslüman nüfus ise 1,6 milyar civarında… Kestirmeden söylersek yerkürede yaşayanların dörtte biri Müslüman. Ama 57 İslam ülkesinin toplam üretimi üç aşağı beş yukarı Almanya’nın üretimi kadar.
Duruma “satın alma gücü paritesini” ölçü alarak bakarsanız da gene Müslüman ülkelerin dünya ekonomisinin ancak yüzde 13’ünü ürettiği görülmekte. Kısacası İslam âlemi yeterince zengin değil, üstelik gelir dağılımı adaletsizliği yüzünden çilekeş, yoksul yığınların en yoğun yaşadığı coğrafya…
Türkiye ise hesaplama yöntemi ne olursa olsun ekonomik olarak da, sosyal olarak da bu 57 ülkenin en gelişmişi, ama Türkiye ile Batı dünyası arasındaki fark da ortada. İslam toplumlarının din ve yaşam algısında, yorumunda sıkıntı var. Bunun sonucunda kalkınmış beş Müslüman ülke çıkmıyor. Yaşanan olumsuzluklar sebebiyle sürekli dışarıyı, başkasını suçlayan, özeleştiri sevmeyen, zenginleşme yerine bir lokma bir hırkayı prensip edinen bir yapı var ortada. Müslüman ülkelerin neden kalkınmadığını pek tartışmıyoruz. Özeleştiri mekanizmasını çalıştırmadan çağdaş, gelişmiş bir toplum olamayız, birbirimizi suçlamanın önüne birbirimizi anlamayı koymamız gerekmiyor mu?
Dini yorumlama biçimimizdeki eksiklikleri sakin ve objektif biçimde tartışsak… Şunu sormaz mıyız: İslam neden Şeyh Galib çizgisinden Taliban’a geriledi? Özeleştiri kültürü gelişmediği için biz Müslümanlar bu soruyu sormuyoruz. Yüzleşmeyi gerektiren özeleştiri özellikle de din gibi hassas bir konuda zorlayıcı olabilir ama özeleştiri olmayınca da İslamiyet’in Şeyh Galib’ten Taliban’a gerilemesini çözümlemek mümkün olmuyor.
Geçmişte bu topraklarda, Mevlana (1207-1273) vardı. Günümüzde ise “Bize oy vermeyen bizden değildir!” anlayışı var, Türk’sen doğuştan askeriyenin eratısın, Müslüman’san caminin eratı. İnsan odaklı küresel hoşgörüyü, derinliği, benzeşmemenin hazzını sahiplenen bir anlayıştan, “inanan benim askerim olsun” diyen bir anlayışa gelindi. Mevlana’nın sofistikasyonu, gelişmişliği, derinliği ile bugünkü yaklaşım kabili kıyas değil.
Şeyh Galib’i (1758-1799) yetiştiren Osmanlı kültüründe kent dindarlığının izlerini görmek mümkün. Ölümsüz beyitleri ve gazelleriyle divan edebiyatının köşe taşlarından biri olan Şeyh Galib alegorik üslubuyla tasavvuf edebiyatının çok önemli isimlerindendi. Bugün bizim sorgulamamız gereken temel konulardan biri Şeyh Galib’i yetiştiren tasavvuf düşüncesine ne olduğu. Tasavvuf neden yeşerip her yanı sarmadı da, bir derin aydınlanmanın ifadesi olarak geçmişte asılı kaldı?
Kent dindarlığı kavramı gelişmediği takdirde, dinin istismar edildiğini, siyasallaşmış bir inancın dindarlıkla bağdaşmadığını, bunun siyasi oportünizm, rantçılık, siyasi avcılık olduğunu söyleyen ve kitlelerin vicdanlarına hitap eden hiçbir kurum, otorite, kanaat yerleşemez. Kent dindarlığı, dini siyasetten uzaklaştırdıkça toplumun ufkunu genişletecek; doğru olanı gösterecek, kitlelerin tuzağa düşmesini engelleyecek bir ses, bir hoparlör, bir ölçü olarak işlev görecek. Maalesef günümüzde bu yönde bir anlayış henüz tam olarak oluşmadı.
Yıllar içinde birçok sosyal ve ekonomik yetersizlik nedeniyle giderek güçlenen siyasi dindarlık kente uyumu engelliyor. Benzemeyen, farklı olan herkes din üstünden suçlanabiliyor. Tek tip yaşam biçimi dayatıldıkça kentin çoğulculuğu yok ediliyor; kent, kent olmaktan çıkıyor. Ancak ve ancak, kent yaşamını kırsal alan sığlığına hapsetmeyi Müslümanlık sanmayan, bir müminin dininin ulviyetinden, ulûhiyetinden uzaklaşmadan da kentle uyum içinde yaşayabileceğini, çok kültürlü, çok dinli çağdaş kent yaşamına ayak uydurabileceğini kabul eden bir anlayış dinin siyasallaşmasının önüne geçebilir. Kent dindarlığı, kendi din anlayışını başkasına dayatmayan, baskı ve yasakların uyumsuzluğu körüklemekten başka bir işe yaramayacağını ve bunun dinle bir ilgisinin olmadığını bilen, bağnazlık karşıtı yeni bir anlayışı da beraberinde getirir.

Kent Dindarlığı Dini Ötelemek mi?
Dine daha felsefi, insan odaklı, insanlıkla barışık biçimde bakmak ve akıl yürütmek gibi faaliyetleri “dini ötelemek” olarak görmek, din müessesesinin kapsamına gözünü kulağını kapatmak, bundan korkmak, aslında insanın kendi yetersizliğini gizlemektir. Bu ise özgürlükçü din anlayışıyla taban tabana çelişir. Kent dindarlığını “dinin hayattan ötelenmesi” şeklinde algılamak ancak sosyal korkulardan kaynaklanabilir.
Din, hayatımızda tevhid anlayışı ve çağdaş temel hak ve özgürlükler çerçevesinde birleştirici boyutuyla mı yer almalı, yoksa yetersizliklerimizin, kızgınlıklarımızın ifade aracı mı olmalı? Din gibi insanlık tarihindeki etkisi tartışılmayacak derece önemli bir kurumun; bireysel yetersizlik ve kızgınlık aracı olarak kullanılmasının en fazla dine zarar vereceğini söylemek öncelikle müminlerin görevi değil midir? Siyasallaşan dinin aracı haline gelip kendini sadece Müslüman addederek, nüfus kâğıdında kendisi gibi İslam yazan vatandaşları ötekileştirmenin dinin özüne aykırı olduğu idraki sağlanmalı. Yıllar boyunca birbirini ötekileştirerek cami-kışla ikileminde az gelişmişliğe mahkûm edilmiş bu toplumda yeni çağ ile buluşması gereken potansiyel nasıl ziyan edilmez, insanlık kadar eski bir arayışın derinliğine uygun, insanın esas alındığı, felsefi, kültürel, çağdaş bir anlayış nasıl içselleştirilir? Bunları düşünmeliyiz.
Kent dindarlığı, “dini ötelemek” değil, tam tersine, dinin kendi derinliğine uygun bir anlayışı sahiplenebilecek donanıma ulaşmak, sosyal hayatta da insan ilişkilerinin olması gerektiği gibi yaşanması noktasına gelinmesi değil midir?
Kent Dindarlığı ve Çeşitlilik
Cumhuriyet tarihinin en büyük hatalarından biri de gayrimüslim azınlıkların mübadele yoluyla Türkiye’den gönderilmesiydi. Cumhuriyet’in kuruluşunda, millet tanımı ümmetin ortak noktası İslam dini üzerinden yapıldı ve Müslüman olan tüm unsurlara “Türk milleti” denildi. Neticede çok dinli, çokkültürlü, toplumu geliştiren, dönüştüren çeşitlilik azaltıldı. Bunun sonucu olarak toplum zihinsel olarak da köyün dar sınırlarıyla kısıtlandı.
Bugün Şam’a gidildiğinde bizim kentlerimizden çok farklı bir toplum yapısı görülür. Çünkü kentin %11’i Hıristiyan’dır. İç içe yaşayan farklı kültürler arasında kurulan sosyal, ticari vb. ilişkiler hem bu grupların birbirlerini kabul etmelerini hem de kendilerini diğeriyle kıyaslayarak toplumun ve kentin gelişmesini sağlar. Biz kendimizi, iç dünyamızı, Müslüman âlemimizi kıyaslayabileceğimiz farklı din ve kültürlere mensup vatandaşlarımızı tasfiye ettik, onları doğdukları topraklardan uzaklaştırdık. Türkiye, Müslüman toplum üstüne kuruldu, ama devlet o Müslümanlığı da “beğenmedi” ve yetersiz eğitim, sanayileşmeme gibi sebeplerle kentlileşme imkânından yoksun kalan kitleleri geliştirme yoluna gitmeden Anadolu’ya hapsetti.
Kent Dindarlığına Kimin İhtiyacı Var?
Cumhuriyeti kuran ordu, dini rakip bir kurum olarak değerlendirip, tek parti ideolojisiyle oluşacak tek tip vatandaşın inancını da sürekli denetim altında tutmak için Diyanet İşleri’ni kurdu, dini halkın inisiyatifine bırakmadı. Din anlayışının toplumun gelişimine bağlı olarak şekillenmesinden, devletin kontrolü dışına çıkmasından endişe etti. Ancak ortada bir öngörü eksikliği vardı. Sonuçta ordunun kaygı duyduğu şekillenme kadar endişe verici olan, daha önce sözünü ettiğimiz Konya’daki Kur’an kursunda ölen çocuklarının bile hesabını sormayan, devletin vatandaşlık bilinciyle donatamadığı halk “Allah verdi, Allah aldı” kaderciliğinde sığlaşmış bir din anlayışına sığındı. Bu, dinin siyasallaşmasının da pekiştirdiği; insani, bireysel, hukuksal yaklaşımdan, akılcılık ve sorgulamadan, dinin ulvi boyutundan uzak bir zihniyet. Artık bu zihniyeti yenilemeyi; göç ve kentlileşme sürecinde yaşanan bütün yetersizlikleri “kader” olarak algılamak yerine, dinin esasının da gerektirdiği gibi tedbiri, akılcılığı, zihinsel ve maddesel üretimi toplumsal kültür içindeki paylaşım noktasında yaşama geçirebilmeyi toplum olarak başarma durumundayız.
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze uzanan antidemokratik sistemin yetersizlikleriyle bağlantılı olarak toplumu siyaseten cami-kışla sarmalında sıkıştıran din algısını siyaset dışı bir toplumsal uzlaşıya yöneltmek sadece kentlilerin değil, orada yaşamakta olan dindarların da meselesi olmalı.
Günümüz Müslümanlarının da geçmişteki Osmanlı din âlimlerinin, İslam felsefecilerinin yorumlarına erişen bir yorum yapabilmeleri için belli bir gelişim kaydetmesi lazım. İslam üzerine yorumlar, incelemeler, edebî çalışmalar yapan dindar entelektüellerimizin çalışmalarının da –her kesimden entelektüelin çalışmaları için söylenebileceği gibi– toplumun tüm kesimlerine hitap edebilecek bir yaygınlık kazanabilmesi gerekiyor. Bu yaygınlık ancak geleneksel ataerkil aile yapısının ve ezberci öğretim sisteminin itaate dayalı ikiyüzlü anlayışını gözden geçirmek ve eleştirel bakışı benimsemekle sağlanabilir.
Sorgulamayı, akıl yürütmeyi, bireyselleşmeyi dizginleyen itaat ve biat eksenli eğitim-öğretim anlayışının özgürleştirilmesi toplumu da özgürleştirecektir. Birey olma, kendi donanımıyla sisteme değer katma güvenini kazanmış, otoriteye bağımlılıktan kurtulmuş “yetişkin bir toplumda” kent dindarlığı zaten kendiliğinden ortaya çıkar. Demokrasi, hukuk, temel insan hakları, düşünce ve inanç özgürlüğü ve ifade özgürlüğü, bireysel tercih özgürlüğünü içselleştirebilen, ekonomik değer üreten bir toplum, cami-kışla açmazındaki din istismarını da aşar.
Bu noktada, tabii ki Müslüman toplumların gelişememesinde, yerleşik İslam algısında Protestanlıktaki gibi iktisadi gelişmeyi sağlayacak bir ekonomik boyut vurgusu olmaması da göz ardı edilmemeli. Üretimin teşvik edilmemesi, Müslüman toplumların bireysel ve toplumsal refahını engelledi. Müslümanların kendi bireyselliklerine yaptıkları yatırımı arttırmaları, yetersizlikleri “kader” olarak algılamak yerine insanın yetenekleri dâhilinde olan tedbiri ve akılcılığı ele almaları, zihinsel ve maddesel üretimi dinin bir gereksinimi ve emri olarak görmeleri, toplumsal ve bireysel gelişmeye katkıda bulunacak.
Kent Dindarlığına Müslümanlar Sahip Çıkmalı
“Kent Dindarlığı” bizzat dindarlar tarafından gündeme getirilmediği müddetçe toplumca kolay kolay benimsenemez. Şu an itibariyle Türkiye’deki Müslümanların çoğu pek de kent dindarlığı aranışı içinde değil gibi. Mevcut yapının “Din bu değil; siyasi çıkarcılığın, istismarın, oy avcılığının adı Müslümanlık değil,” diyebilecek bir noktaya gelmesi lazım ki henüz bu noktaya gelinmiş gözükmüyor.
“Din devleti olmayalım!” denilip “devlet dini” oluşturulduğu için toplum kendini bir şekilde korumaya çalıştı, cemaatleşti ve resmi anlayışın dışında, doğal mecrasında bir din oluşturmaya başladı. Din devlete ait olunca, toplumun dini açıkta kaldı ve bu açığı cemaatler doldurdu.
Sosyal adalet tesis edilemediği için ekonomik özgürlüğe ulaşmaları yapısal olarak engellenmiş, ailede, okulda ya da toplumda birey olma bilinci verilmeyen çoğunluğun bir kısmı bu tip yapılanmaların parçası olabiliyor.
Din, yasakçılığın adı, benzemeyeni yok etme aracı olabilir mi? Gelişmiş bireyin, kimseden korkmadan fikrini açıkça söyleyen, tartışan, meselelere dünya boyutunda bakan birinin gelişmişliği istikametinde kent dindarlığı eleştirel boyut kazanır. Ne mesleği ne de din bilgisi olan, dünya görmemiş bireylerin bütün bu eksikliklerini Müslümanlıkla örtmeleri halinde yasakçı, baskıcı bir siyasi yapı ortaya çıkıyor.
Medeniyetler çatışması dediğimiz olguya kent-kır çatışması olarak da bakılabilir. Taliban da Müslüman, kırsal alanda oluşmuş, bu alanla sınırlı, kendisinin onaylamadığı her oluşuma, farklı her kültüre şiddet gösteren bir kıyım içinde, bağnaz bir siyasi yapı. Böyle bir yapının kent dindarlığını temsil edebilecek bir duruş sergileyebilmesi mümkün mü?
Tekrar edelim, kent dindarlığı ancak Müslümanların bireysel gelişimi yoluyla bu topraklar için bir ümit olabilir.
Kent Dindarı ve Eğitim
Afganistan’da Taliban, insanlığın kültürel birikimlerinden biri olan Buda heykellerini imha etti. Halbuki Buda ve benzeri değerler hangi medeniyeti temsil ederse etsin insanlık tarihinin inkârı mümkün olmayan zenginliklerinden. Medeniyetler, tıpkı insanlar gibi doğup gelişir, başladıkları noktayla vardıkları nokta arasındaki her aşamada biriktirdikleri olumlu ya da olumsuz unsurla tüm insanlığı zenginleştirir. Bir insanın kendi hayatının bir dönemini inkâr ederek yok etmeye çalışması ne kadar anlaşılabilir ve mantıklıysa, Taliban’ın Buda heykellerini yok etmesi, insanlığın birikimlerini inkâr etmesi de o kadar mantık dışıdır.
İnsan, insanlığın içindeki bir sınırlı an, tek bir canlı… Ama insanlık başlangıçtan bugüne yürüyüp gelen bir büyük çağlayan… İnsanlık kavramıyla barışmadan, o bütünlüğü algılamadan, yaşadığımız ânı, çağı, bölgeyi, yaşadığımız yeri mutlak ve dünyanın merkezi kabul edip kısıtlı ve dar bir alanda yorumladığımızda –kutsal metinler de dâhil– hiçbir şeyi bütünlük içinde ve tam anlamıyla değerlendiremeyiz.
Fanatik bir şekilde cana kıymaya yönelik faaliyetlere girişenler de dâhil olmak üzere vahşileşen ve bunu din adına yaptığını söyleyen grupların temel niteliklerine bakıldığında, bu tür oluşumların kırsal bölge bile sayılamayacak dağlar, taşlar, tepeler üzerinde yaşadıkları, gelirleri ve eğitimlerinin çok yetersiz olduğu görülür. Bu yapının tutsağı olan birinin tahammüllü, farklılıklara saygılı, insanlığın bütünüyle el sıkışabilecek anlayışta, insana vâkıf, ufuk sahibi biri olması, olayları bu gözle değerlendirmesi mümkün olabilir mi?
İşte bu nedenle kent dindarlığı; eğitimli, refah düzeyi yüksek, donanımlı, yaşam bilgisi gelişmiş, kendisine değerler katmış, kendisini eğitip zenginleştirmiş insanların âlemidir.
Bu iki yaklaşım arasındaki farkı, aslında en iyi 1980 öncesi ve sonrasındaki Pakistan anlatır.
Çok sıkıntılı bir süreçten geçen Pakistan’da şu anda 23 bin medrese var. Bunların birçoğu “Ders-i Nizami” medreselerinden farklı olarak 1980 ertesinde Rusya’nın Afganistan işgalinden sonra ortaya çıkmış. Bu medreselerdeki eğitim anlayışının mimarları ise Suudiler…
Bu nedenle Pakistan’daki medreselerin çoğu Vahhabi idrakine uygun yapılandırılmış ve buralardaki hâkimiyet Pakistanlı din adamlarından ziyade Suudilerin elinde.
1980 sonrası dönemde kurulan medreselerin geleneğin dışına çıkmalarının tek bir nedeni var:
Halkı Amerika adına savaştırmak üzere resmi ya da gönüllü orduların ortaya çıkabilmesi için çok iyi bir alt yapı oluşturmak…
Halbuki, 1980 öncesindeki Ders-i Nizami medreseleri çok farklıymış. Pakistan tarihi içinde Ders-i Nizami medreseleri, tasavvufi-dini eğitim merkezleri olarak ayrı bir yere sahipmiş. Büyük din âlimleri buralarda yetişmiş. Matematikten mantığa, astronomiye, felsefeye dek çok geniş bir içeriğe ve müfredata sahip olan bu medreseler bugün de varlıklarını sürdürüyor ama eski etkin rollerini yitirmişler.
“Vahhabi idraki” ile “sufizm” arasındaki farka gelince…
“Sufizm siyasi bir ajandaya sahip değil. Sufi, siyasetle değil, kalble ilgilenir. Sufilik, siyaseti değil, hümanizmi öğretir. Affedici olan, bağışlayıcı olan Allah’ı, rahmeti öğretir.”
Peki, sufizm yerine neden Taliban?
Pakistanlıların değişik açılardan verdiği farklı cevaplar var:
“İşsizlik, fakirlik, iyi eğitim alamadığı için işe alınmayan insanlar sorunu var. Bu insanlar güç kazanma yolunun oy vermek değil, silahlarını alarak devlete karşı durmak olduğunu düşünüyorlar. Taliban bugün ekonomi, din ve ideolojiyi kapsayan karmaşık bir olgu. Bunlar genç insanlar, amaçları ne, ne yapmak istiyorlar, devleti ele geçirmek mi istiyorlar, pastadan bir pay mı almak istiyorlar, yoksa pastaneyi mi ele geçirmek istiyorlar bilmiyorum.”
“Talibanlaşmanın nedenlerinin başında, insanların Kur’an’ı kendi dillerinde okuyamamaları geliyor. İnsanlar Urdu dilinde Kur’an okuyamıyorlar. Okur-yazar olmadıkları için Kur’an’ın Urdu dilindeki mealini de okuyamıyorlar. Bu nedenle mollalar onlara ne söyler, ne şekilde yorumlarsa ona inanıyorlar. Böylece onların İslam anlayışına ve belki de yanlış bir İslam yorumuna mahkûm kalıyorlar.”
Yüz elli milyon nüfuslu Pakistan’da, elli binlik Taliban’ın etkisini ve halk tarafından desteklenmesini… “Çünkü güç istiyorlar, birçok insan onların dinî felsefesini desteklemese de siyasi olarak onlarla birlikte,” diye açıklayanlar var.
Vahhabi idraki ve sufizm ayrımı…
Bizdeki “kent dindarları” ile “siyasal İslamcı” anlayışı anımsattı.
Belki konuyu daha evrensel bir boyuta taşıyarak şöyle de sorabilirsiniz:
“Sufizm mi, Talibanlaşma mı?”
Din, Ekonomi ve Üretim Ahlakı
Weber’in (1864-1920) söylediği gibi Protestanlık, ekonomik faaliyetleri özendiren, ödüllendiren, hedef gösteren bir yapıdadır. Geleneksel İslam algısında ise ekonomik faaliyetler; çalışmak, üretmek, katma değer oluşturmak yeterince öne çıkmış sayılmaz.
Ciddi bir İslam burjuvazisinin şimdiye dek ortaya çıkmaması, Müslüman girişimcinin dünyada etkin hale gelememesi, Müslüman ülkelerin doğal kaynaklarının dışında büyük bir zenginlik oluşturamaması dinin ekonomik gelişmeye yönelik tarafının yadsındığını gösteriyor. Kent dindarlığı ise tamamen üretimle ilgili bir yaklaşım. Türkiye Müslümanların yaşadığı bir ülke, hatta artık mizahi bir hale dönüşen klasikleşmiş tabirle, halkının % 99’u Müslüman olan bir ülke. Ama 2009 endeksine göre dünyadaki yolsuzluk sıralamasında 180 ülke arasında 61. sırada yer alıyor. Toplumsal gözlemlerde de Müslüman olduğunu söyleyen yurttaşlarımızın bu vasıfla uyuşmayacak olumsuz taraflarının bir hayli fazla olduğunu görüyoruz: Yolsuzluk, rüşvet, üçkâğıtçılık, karşılıklı güven eksikliği, yozlaşma, iftiracılık, namus cinayeti adı altında insan öldürme, haksız kazanç peşinde koşma… Ortada Müslümanlıkla hiçbir şekilde bağdaşmayan bir durum var. Ya Müslüman değiliz ama kendimizi Müslüman zannediyoruz ya da Müslümanlıkla ilgimiz olmadığı halde dışarıya Müslüman olduğumuzu söylüyoruz.
Hakiki bir dindarın vasıfları olması gereken dürüstlük, saydamlık, insanseverlik, ahlak gibi değerler, sadece dinle edinilecek vasıflar değil. Söylemek istediğimiz, dinin mümine kazandırdığı vasıfların büyük bir kısmı üretimle de pekişebilir. Üretim zinciri içindeki bir fırıncının, çürük buğdayla yapılan ekmeği satamayacağı, üretim kalitesine zarar vermemesi için kendisine çürük buğday satan birinden buğday almayacağı bir sistem, herkesin birbirine bağlı olarak devam ettirmek zorunda olduğu ahlaki bir yapılanma meydana getirir. Ancak yaptığı üretimin hakkını vererek para kazanan biri, diğerinin de aynı niteliğe sahip olmasını bekleme ve meslek etiğini göz ardı edip haksız kazanç sağlayanı üretim zincirinden dışlama hakkına sahip olabilir. Bu anlayışla üretim zinciri içinde yer alanlar, kendi üretimleri üstünden diğerlerinin üretimlerinin de kaliteli olmasına yol açarlar. Üretim ahlakını oluşturan bu döngüde benimsenen değerler, kişilerin özel ve toplumsal hayatlarına kendiliğinden yerleşir. Üretimde; zoraki ahlak, zoraki kalite, zoraki disiplin sonucu insanın –dinin de özünü oluşturan– ahlaki değerlerin dışına çıkmasını engelleyen ve aynı zamanda bunu kültür olarak da sunan bir yapı vardır. Bir üretim zincirinin içerisinde bulunmak, –kişi ahlaksız olsa bile– ahlak dışı hareket etmeyi önleyen bir disiplin getirir.
Üretim zincirinin içerisinde yer almak, Müslümanların dinin özündeki vasıfları hayata yansıtmasını muhakkak ki çok daha kolaylaştırır. Üretim zincirinin içerisinde yer almak ise ancak kişinin kendine ve mesleğine değer katacak eğitimle, bilgiyle ve kendine benzemeyeni ötekileştirmeyecek insani yaklaşımla zenginleşmesi ile mümkün olur.
Ahlak sahibi, nitelikli, dürüst, saydam bir insan olunabilmesi için bu vasıflarla hem maddi hem de manevi anlamda kazanç elde edebilmenin mümkün olduğu bir toplum esastır. Dinin siyasallaştığı, ahlak dışı davranmanın, ikiyüzlülüğün, gizli kapaklılığın daha fazla edinim, kazanç sağladığı bir toplumda; dindar kimliğin gerektirdiği değerler bütünlüğünü temsil etmese de sadece ‘dindar’ olduğunu deklare edenler öne çıkar, ama buna karşılık bu değerler bütünlüğüne ait vasıflara sahip olduğu için maddi ve manevi kazanç sağlaması gereken ‘diğerleri’ üretim zincirinden dışlanırsa, din de insan da değerler bütünlüğünden kopmaya mahkûm olur.
İslam dinini temsil edebilmek için ona uygun erdemleri de kuşanmış olmak gerekir. Bu erdemler, sadece dinî vecibeleri yerine getirmekle ortaya çıkmaz, hayata katılan değerle, üretimle daha belirgin bir biçimde ifade edilir. Dürüstlük ancak başkasını sömürmeye tenezzül etmeyecek kadar donanımlı, başkasını istismar etmeyecek engin bir müktesebata sahip olmakla mümkün olabilir. Doğuştan gelmiş kazanımlar, mensup olunan dinin şartlarını uygulamak, dine özgü değerleri içselleştirmek için yeterli değildir.
İslam dini mensuplarının dinin gerektirdiği erdemleri içselleştirebilmeleri için hem kendi niteliksel gelişmelerini sürdürmeleri hem de diğerleriyle nitelikli bir ilişki içinde olmaları, üretimin kalitesi, ekonomik gelişim ve toplumsal uzlaşma açısından son derece önemlidir. Bireyin dindarlığa nitelik katan becerileri, donanımı, talep edilebilirliği, katma değer üretme kabiliyeti hem bireye hem ülkeye katkı sağlayan faktörlerdir. Hiçbir katma değer üretmeyen, mesleği/donanımı olmayan, eksiklerini tamamlamayı düşünmeyen birinin, dinin vazettiği kuralları uygulasa da inancın özündeki ahlakı sahiplenip üretimini dürüstçe sürdürebilmesi mümkün müdür?
Dindarlığın İşsizlikle Bağlantısı
Dinin siyasi bir araç olarak kullanılmasının toplumsal alt yapısında insanların meslek sahibi olmamaları yatıyor. Türkiye’de 22-23 milyon çalışan var, ama bu insanların yüzde sekseninin mesleği yok. Meslek sahibi olunmadığı vakit, “marangozum, mühendisim” denilerek mesleki vasfı ön plana çıkarmak yerine, “Müslümanlık”, “Türklük” ya da doğuştan edinilmiş başka bir kazanım ön plana çıkarılıyor. Oysa değer, meslek sayesinde üretilir, insan sahip olduğu kazanmalarla mesleği üstünden gelişir. Hayata mesleğin ürettiği değer yerine, anne babadan tevarüs edilmiş, çalışmadan elde edilen özellikler üstünden bakmak, bu kimlikleri abartarak var olma ihtimalini artırır. Müslüman, Türk, Sünni, Alevi veya Kürt olmak; değer üretmeyi sağlayan özellikler, emek verilerek elde edilen nitelikler değildir.
Doğuştan edinilmiş kazanımlardan İslam kimliği abartılıp, diğer inançları, yaşam biçimlerini dışlayan bir tutum içine girilirse, sonuçta din, baskıcı bir unsura dönüşür. Emek vererek elde ettiği bir niteliği olmadığı için üretim zincirine giremeyen, yeterli gelir düzeyine ulaşamamış, statüsünü değiştiremeyen biri, dini istismar edecek bir siyasallaşma içinde dinin bağnaz, baskıcı bir unsur haline getirilmesine; sadece kendi kişisel varoluşu ile ilgili bir algıyı dinin tek ve mutlak yorumuymuş gibi herkese kabul ettirmenin bir parçası olmaya yönelebilir.
Dindarın İslamiyet’e Katkısı Nasıl Olur?
Müslümanların mensup oldukları dinin görünümüne faydalarının dokunması için küreselleşen dünya ekonomisine bir katma değer üretmeleri, yani dünya ölçülerinde geçerli kalitede üretim yapmaları gerekmez mi? Ancak mesleğini icra ederek dünyada süregelen yarışın standartlarını yakalayan, en azından bunu kendi ülkesinde yaratmayı amaçlayan bir Müslüman, Müslümanlığa katkıda bulunur. Hayata katkısı olmayan insanın dinine nasıl katkısı olabilir? Din onu taşır, o ise din anlayışına günümüz dünyasıyla bağdaşacak bir derinlik katamaz, kendi dinini de sömürür.
“Din mitolojisi” konusunda derinlemesine tartışmalar yapılmıyor günümüzde. Bu konu üzerine söylenmiş her şey eskiye dair. Bugün yeni yaklaşımlar, farklılıklar, tartışmalar olmadığı gibi bir bilim adamı, Darwin, düşman ilan edilebiliyor. Fikri düşman ilan etmek en büyük bağnazlıktır. Din bir inanç sistemi, bilim ise insanı ve hayatı çözme yolunda deneye dayalı bir sistemdir. İnançtan yola çıkıp “geçerli olan tek yaklaşım, benim dinimden anladığımın herkes tarafından aynen kabul edilmesidir,” denilerek, insanlığın hizmetinde inançtan bağımsız ilerleyen bilimin özgünlüğü yadsınamaz.
Bir dindar, düşünce ve inanç özgürlüğünü, bilimi, felsefeyi yadsımayan, başkasına özgürlük tanıyabilecek kadar çok kendine güvenen bir bireysel donanımla bütünleştiğinde, kent dindarlığını hayata geçirerek İslamiyet yorumuna da farklılık katacaktır.
(…)
*Bu okuma parçasının yayını için Everest Yayınları’na teşekkür ederiz.
okuryazar.tv, 02.02.2016
|